19 Ocak 2015 Pazartesi

Clytie ve Leucothoe (Ayçiçeği-Günebakan ve Günlük-Sığla Ağacı)

Ovidius bu ilginç hikayeyi  eserinin 4.kitabında 207.mısradan itibaren anlatmaya başlamıştır.Tek hikayeden iki farklı bitkinin hikayesi çıkmaktadır,her ne kadar bu bitkiler birbiriyle alakalı gözükmese de efsaneyi ayrı ayrı anlatmak olanaksızdır.
‘Efsaneye göre,Clytie ve Leucothoe iki kardeş İran (Persia) prensesidir.Clytie Güneş’e aşıktır.Fakat Apollon Leucothoe’ye vurulmuştur ve ona ulaşmak için bir plan yapmıştır.Bir gece kızların annesi kılığına girip odalarına girmiştir,ardından Leucothoe’nin yanına uzanıp kızın arkadaşlarının dışarı çıkmasını istemiştir.Yavaşça gerçek haline dönüşen Apollon’u gören Leucothoe ilk başta ürkmüş fakat daha sonra teslim etmiştir kendini bütün güzelliğiyle ortaya koyan Apollon’a…Apollon artık Leucothoe’ye aşıktır ve Clytie ile ilgilenmemektedir.Bu durumu fark eden Clytie ise kıskançlıktan kardeşinin aşkını  babasına ve önüne gelene anlatmaya başlamıştır.Babaları Kral Orchamus,Leucothoe’yi diri diri gömdürür anlatılanlar üzerine..Ertesi gün Leucothoe’yi bulamayan Apollon durumu fark eder ve kızı gömülü olduğu yerden çıkarır,fakat artık çok geçtir.Kızın cansız bedenini Günlük-Sığla Ağacı’na dönüştürür.Bu ağacın reçineleri yakılarak Apollon Tapınağı’nda tütsü olarak kullanılacaktır.Clytie ise aşkından çılgına dönmüştür.Apollon ona artık görünmemektedir.Aramış durmuş gökyüzünde Güneş’i.Gördüğü zaman takip etmiş kafasıyla.Dokuz gün hiçbirşey yememiş,içmemiş ve devamlı ağlamış.En sonunda gövdesi solgun bir ota dönüşmüş,başı ise pırıl pırıl parlayan bir çiçeğe.Devamlı Güneş’e çevirmiş başını ve ona bakıp durmuş.İşte bu yüzden Günebakan derler Clytie’nin dönüştüğü bitkiye.’
Leucothoe’nin dönüştüğü ağacın üstüne yarıklar açılarak yağı ve kabukları alınır.Dini törenlerde buhur adıyla tütsü olarak yakılır.Bugün kiliselerde hala bu tütsü kullanılmaktadır.Ayrıca bu tütsü gene Hristiyan ailelerin evlerinde de yakılır.Dini adetlerin birçoğunun pagan kökenli olduğunun bir kanıtı da budur.Clytie ise Türkçe’ye Günebakan ve Ayçiçeği olarak geçmiştir.Bu efsaneye bakılırsa Ayçiçeği demek biraz mantıksız olacaktır.
Pierre Grimal’in Mitoloji Sözlüğü’nde Leucothoe’nin de günebakana dönüştürüldüğü yazmaktadır.Oysa Dönüşümler’de ve Mythology:Myths,Legends and Fantasies isimli eserde Leucothoe’nin günlük ağacına dönüştürüldüğü açıkça anlatılmıştır.İlgi çekecek bir başka nokta,kaynaktan kaynağa aşık olan kişinin değişmesidir.Kimi kaynaklar direkt olarak Apollon der,kimi kaynaklarda sadece Güneş olarak geçer,Dönüşümler’de ise güneşin mitolojik tasviri ‘Hyperion Oğlu’ olarak geçmektedir.Efsane en yaygın biçimde Apollon üzerinden anlatılmaktadır.
 
Kaynakça: 
1-)Ovidius,Dönüşümler,Çev.İsmet Zeki Eyüboğlu,Payel Yayınevi,İstanbul,1994
2-)Grimal P.,Mitoloji Sözlüğü,Çev.Sevgi Tamgüç,Sosyal Yayınlar,iSTANBUL, 1997
3-)Mavromataki M.,Greek Mythology and Religion,English Edition,HAİTALİS,Athens,1997
4-)Parker J.,Mythology:Myths,Legends,Fantasies,Global Book Publishing,Australia,2003

Anadolu ve Avrupa Mitolojisinde İçerik ve Motif Karşılaştırması

Mitoloji bir milletin kültürünün başlangıç noktasıdır. Ulusal kültürün en geniş anlamda kökleridir. Bu kökleri tanımadan günümüzdeki kültür olaylarını açıklamamız mümkün olamaz.
Asya’dan Avrupa’ya kadar ilerlemiş olan Türk milleti bu uzun yolculuğunda çeşitli milletlerin kültürleriyle tanışmış, onları etkilemiş, onlardan etkilenmiş, kendi kültürel yapısını zenginleştirmiş veya kendi kültürü diğerlerine egemen olmuştur.Mitoloji bir milletin atalarının en eski başlangıcındaki inançları, hayalleri, tutkuları olarak günümüzde bile hala etkisini sürdürüyorsa; izlerini günümüze kadar getirip yaşamına devam ediyorsa, bugünkü modern yaşam biçimimiz, dünyaya bakışımız, medeniyetteki ilerlememiz yeni giysiler içindeki bir “ modern mitolojik olgudan” başka bir şey değildir.Örneğin, acaba uzay yolculuğunun ardında yatan sebep nedir? Acaba Tanrı ve Tanrılar dünyasını mı arıyoruz? Bu işi yapan kişileri nasıl isimleyeceğiz?Mitoloji , bu bilimle uğraşan, onu meslek edinen kişiler için klasik edebiyat boyutlarını, teologlar, ilâhiyatçılar için dinler tarihinin başlangıçtaki boyutlarını, halk bilimcileri ve etnologlar için örf, adet, gelenek kısaca sanat ve kültür boyutlarını, çocuklar için ise geleneksel eğitimin temellerindeki boyutları içerir.Mitolojide, insanın psikolojik yapısının en derin olan yerinde ve çocukluk yıllarında yer almış olan ilk ve ilkel motifler yer alır. Mitolojide zaman ilk zamandır ve yaşamın, insan yaşamının bu ilk zamanlardaki ilk normlar (=ölçütler), ilk şekiller yer alır.
  Mitolojik konularda anlatıcının kişiliğini aşan, diğer insanları aşan bir olgu vardır; Tanrı ve Tanrılar aleminin soyut olan yapısı, mitolojide imajlar, betimlemeler, benzetmelerle kavranılabilir, algılanabilir hale dönüştürülmüştür. Bu anlatım ve sunuş biçiminde bir amaç vardır: insanı etkilemek ve onun yüreğinde yankılar yaratmak, onu anlatılan olay veya kişilerin şahsında özdeşleşmesini sağlamak. Bu konuda anlatıcıya düşen görev daha zordur. Kişi ve olayları dinleyiciye göre, yani onun kültürel altyapısına göre anlatmak, tonlama yapmak, mimiklerle olaya canlılık kazandırmak; gerektiğinde yaşamakta olan güncel olayları ilave etmek, yorumlamak, yeni mitolojik olaylara yeni varyasyonlar katmak, zenginleştirip ilginç hale getirmek zorundadır.
  Mitolojide ulusal fikir ve kültür yapısı ön planda yer alır. Her milletin kendine özgü kültürü vardır. Milleti oluşturan, insanları birleştiren, bir arada tutan en büyük ve izleri bugünden geriye doğru izlenebilen kesintisiz bir bağ vardır. Avrupa kendi kültürlerinin temelini antik Yunan mitolojisine bağlar. Antik Yunan mitolojisinin temeli acaba hangi diğer antik devletlerin mitolojileriyle ilgilidir? Eğer bu soruya cevap aranırsa, bu bağın antik Yunanistan’da olmadığı görülür.
Batı bilim adamlarının ve bu konunun uzmanlarının “asiatic” devletler olarak niteledikleri ve antik Yunanistan zamanında, varlıkları tarihi kayıtlarda “ var olan” diğer devletler şunlardır; yani Yunanlılarla bu devletler arasında – bugünün Türkiye coğrafyasında – kültürler arası temas yapılıyordu : kronolojik sırayla en eskiden başlayarak Sümerler, Akkadlar, Hurriler, Hititler, Urartular, Firigler, Truvalılar, Karyalılar, Lykyalılar, Kilikya ve Bitinyalılar, Cappadokialılar, ve diğer irili ufaklı 27 medeniyet. Onların da temasta bulunduğu Persler, Hintler, Asya’daki Türk devletleri ve Çinliler.
Bu arada Trakya’sıyla Anadolu’suyla ve üç yanını çeviren denizleriyle Türkiye’mizin tarih boyunca kültürlerin birbirleriyle karşılaştığı bir medeniyetler potası olduğunu ve bu alandaki işlevinin önemini bir kez daha vurgulamak gerekiyor.
Hurrilerin mitolojileri de gökyüzündeki Tanrı katı ile ilgili olup Kumarbi (=Ata Tanrı)’nin hükümranlığını dile getirir. Diğer Tanrılar bu Ata Tanrı Kumarbi’nin karnında kendi aralarında konuşup, nereden dışarı çıkacaklarını ve bu devletin başına nasıl geçeceklerini tartışırlar, kendi aralarında mücadele ederler. Hurrilerin Tanrıları sırayla Alalug, Anu ve Kumarbi’dir. Her biri dokuz yıl egemenlik kurar. Dokuzuncu yıl taht için mücadele başlar. Kumarbi’de böyle bir mücadelede Anu’yu ayaklarından yakalayıp gökten yere indirir. Göklerde olan bu Tanrılar arası mücadele antik Yunan Mitolojisinde aynen tekrarlanmakta, sadece Tanrı adları değişiktir. Diğer Tanrılar ve sorumlu oldukları görevler de antik Yunan mitolojisinde benzerlikler arz eder. Bu mitolojik metin E.O. FORRER (l936) tarafından bulunup çözümlenmiş din ve kültür tarihi araştırmalarına çok büyük bir katkıda bulunmuştur. Mitolojilerin en eskisi olarak bilinen antik Yunan Theogonia’sından, Hurrilerin Kumarbi Theogonia’sı daha eskidir. Dünyanın en eski yaratılış mitolojisinin daha sonra Phönike’liler (=Fenikelilerin) aracılığı ile antik Yunanistan’a geçtiği ileri sürülmektedir. Hatırlanacağı üzere antik Yunanistan’da bu konu Hesiodos (M.Ö.8/7.yy) tarafından işlenmiş ve Kronos mitleri ve Zeus’un dev Typhon’a karşı yaptığı mücadele başlıklarıyla Theogonia’da yer almıştır. Hurrilerin Mitolojisinde yer alan gökteki Tanrıların sırası ve işlevleri Akkat’lardaki Babil Mitolojisindeki Tanrı sıralaması ile aynıdır.
Hurrilerin ikinci önemli miti olan Ullikumi’de de Yunan mitolojisine geçen olaylara rastlanır. Örneğin Ullikumi kayalıkların çocuğu olup sağ omuzu üzerinde gökyüzünü, dünyayı ve denizleri taşır. Ullikumi antik Yunan theogoniasındaki Atlas’tır.
Bütün edebiyat eserlerinde yer alan İYİ-KÖTÜ-ADALET motiflerinin ilk kez rastlandığı metinler gene Hurrilere aittir: Appu ve oğulları “Adil “ ile “Kötü”. Çocuksuz aile motifi Hurrilerin Appu metninde yer alır. Güneş tanrısını bir inekle birleşip, inekten bir çocuk doğurtması ve bu çocuğun, çocuğu olmayan bir balıkçı tarafından bulunup ailesine mutluluk katması metni de Hurrilere aittir. Dağ Tanrıları, Dicle ve Fırat gibi nehir Tanrıları, yılan ve ejderler Yunan ve asiatik ülkelerin mitolojileri ile benzerlikler gösterir. Dağ Tanrıları asiatik ülkelerde Tanrı kimliğini taşırken antik Yunan mitolojisinde Tanrıların mekânı olarak gözükür.
Bütün dünya edebiyatında Aşk Tanrıçası olarak bilinen ve bizzat kendisi bir motif olan AFRODİT (Aphrodite) antik Yunan mitolojisinden çok önce Istar (=İştar) veya Asoret (=Aşoret) adlarıyla geçiyordu. Gökyüzünde Zühre yıldızı olarak bilinen İştar (Akkadlarda) veya Ninsianna (=Sümerce) ya da Estor (=Babilde) Aşk Tanrıçası olarak görevini sürdürüyordu. İştar’ın doğuşu öyküsü ile Afrodit’in ki arasında fark vardır:
“Fırat Nehrinde balıklar bir gün sonderece büyük ve harikulade bir yumurta buldular. Bunu iteleyerek kıyıya çıkardılar bu yumurtanın üstüne bir güvercin konup kuluçkaya yatar ve yumurtadan güzeller güzeli Tanrıça İştar dünyaya gelir. İnsanlara karşı son derece merhametli davranır”. İştar’ın sembolü güvercin ve sazlıktır.
Güneş ve Ay tanrıları Mezepotomya’daki ülkelerin mitolojilerinde “yaratıcı” olan nitelikleriyle önemli bin şekilde işlenirken, bunlar yunan mitolojisinde Helios (=Güneş Tanrısı) ve Selene (= Ay Tanrısı) olarak adlandırılır. Diğer Gök Tanrı ve Tanrıçaları güneş ve ayın altın ve gümüş ışınlarıyla süslenerek ilahi bir görünümle parlıyorlardı.
Sümerlerin mitolojilerinde de amaç aynıdır: Tanrıların serüvenleri ve yaptıkları işlerin anlatılmasının yanısıra insanlara da önerilerde ve öğretilerde bulunulur. Tanrılar arasında çapkınlıklar da olmakta ama bu olay Tanrı da olsa, suç işlemiş olduğundan cezalandırılmaktadır.
  Buna bir örnek Sümerlerden Enlil ile Ninlil mitosu:
“Enlil banyo yapmakta olan genç kız Ninlil’i gözlemler. Aralarında aşk ilişkisi olur. Genç kız Ay tanrısından hamile kalır. Tanrılar meclisi Enlil’in bu olayını kabul edemez ve Enlil’in Tanrısı olduğu kenti terketmesine karar verir.”
Sümerlerin önemli şehirlerinden Babil, kurulduğundan günümüze kadar edebiyat eserlerinde çok sevilerek kullanılan bir motif kenttir. Bir diğer motif kent ise Truva’dır.
Göçebelerin yaşamları da mitoloji de yer almıştır. Örneğin Marthu mitosundaki aşk ilişkisi günümüzde de sevilerek kullanılan motiflerden birisidir.
“ Marthu, Babil ve civarındaki göçebelerin Tanrısıdır. İnari kentinde geçen olayda hediye dağıtımından söz edilir. Bu sırada Marthu’nun da bir isteği vardır: bir karısı ve çocuğu olmasını ister annesine ızdırabını söyler ve kendisine bir eş bulmasını rica eder. (Metinde eksik kısım vardır) Bir şenlikte İnari kentinin Tanrısı Numuşda Marthu ile ilgilenir: Marthu Numuşda’nın kızını eş olarak ondan ister; Numuşda razı olur. Düğün hazırlıkları yapılır. Gelin adayı Tanrıça’nın bir kız arkadaşı tarafından böylesine kaba, örf ve adetleri bakımından şehirli yaşamına ters düşen taraflarıyla göçebe çevresinden böyle bir kişiyle evlenmemesi yolunda uyarılarda bulunursa da, Tanrıça Adgarudu göçebelerin Tanrısıyla evlenmeye karar verir.”
Hurrilere yeniden geri dönelim. Hurriler Mezepotamya’dan daha sonra göç ederek İç Anadolu bölgesine, Hititlerin daha sonra gelecekleri yerlere gelmişler ve kültürlerini orada da devam ettirmişlerdir. Bu sırada Anadolu’daki diğer ülkelerle de ilişkiler kurmuşlardır. Avrupa’dan Anadolu’ya göç eden bir kavim olduğu ileri sürülen Hitit’ler Hurilerin kültürlerini de benimsemişlerdir. Hitit tabletlerinde onların bu törenleri dile getirilmiştir.
Avrupa’daki kavimler Türkleri ve kültürlerini Hunlar’la ilk kez tanımışlardır. Attila ismi Germen mitolojisinde yer aldığı gibi Nibelungen, Kudrun ve Hildebrand destanlarında da yer almıştır. Almanya’daki edebiyat dersi kitaplarında Türk ve Avrupalı kültürlerin tanışmasını bu destanlarda görmek mümkündür. Oysa Asya’daki Türklerin mitolojileri ders kitaplarında bulunmamaktadır. Bizde durum nasıldır? Bizim ders kitaplarımızda mitolojiye ne kadar yer ayrılıyor? Anadolu mitolojileri, Türk mitolojisi neden yeterince yer almıyor? Orta Asya Türk Devletlerindeki meslektaşlarımızla bu alanda ne gibi çalışmalar yapılıyor?
Fakültelerimizde “mitoloji” konusu neden sadece arkeoloji ve klasik filolojilerde yer alıyor. Bu dersi bütün branş öğrencilerine açık, seçmeli ders halinde sunmak mümkün olamaz mı? Türk mitolojisine
daha çok yer verilemez mi? Bu konuda öğrencilerimizde büyük bir bilgi boşluğu var. Bunun herhangi bir şekilde çözümlenmesi gerekir, çünkü günümüz genç neslinde çözülmeler vardır.
Türk mitolojisinde diğer ülkelerin mitolojilerindeki olaylarla benzerlikler görülür. Bu benzerlikler Tanrılar ve görevlerinde, iyi ve kötü ruhlarda, kahinlerin işlevlerinde, dua ve kurban kültlerinde görülür. Türk mitolojisinden Türeyiş ve Kıyamet mitlerini burada anlatarak tebliğimi tamamlamak istiyorum. Adem ile Havva, Avrupa’daki şekliyle Adam ve Eva isimlerine dikkatlerinizi çekmek isterim:
“İlk çağda yağmurdan hasıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara döktü, su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş, Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Mezkür mağara kadının karnı vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin(ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgar esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yaratıktan insan şeklinde bir mahluk çıktı. Bu insana Türk dilince “Ay Atam” denildi ki “Ay Baba” demektir. Bu “Ay Atam” denilen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı. Sonra seller bir daha aktı, yukarıda zikredildiği gibi mağaradaki yarıklara toprak doldurdu. Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı, güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye “Ay-Va” adı verildi ki “Ay Yüzlü” demektir. Ay ata ile Ay-Va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek yarısı dişi idi. Bunlar birbirleriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular.”
Yukarıdaki metinde Ay Ata’dan Adem’e, Ay-Va’dan Eva’ya doğru bir geçiş, bir motif akışı sezinlenmektedir. Kardeşler arasındaki evlilik, anıt mezar ve önüne konulan çiçekler örf ve adetlerin insanlık tarihindeki akışını gösteren diğer ayrıntılardır.
Kıyamet günü ile ilgili iki Türk mitosu vardır. Buradaki olaylar ve motifler de evrensel motifler olarak değer kazanmaktadır:
Altaylı Şamanistlere göre “kalgançı çak”, yani kalacak olan çağın öyküsü:
“Zaman geçtikçe kişioğlu topluluğu azacak, günah işlerden çekinmeyecek, fenalık alabildiğine çoğalacaktır. İyi Tanrı Ülgen bu günahlı topluluktan uzaklaşacak, karanlık dünyadaki kötü Tanrı Erlik yeryüzüne yaklaşacak, yardımcılarından Karaş ondan önce yeryüzüne çıkacaktır. Kişioğulları iyi Tanrı Ülgen’i unutacaklar. Yeryüzünde insanları kazanmak için kötü tanrılarla iyi tanrılar savaşacak. Karanlık dünya Tanrıları Erlik, Karaş ve Kerey insanları karanlık dünyasına, iyi tanrılar Ülgen, Mangdı-Şire, Maydre aydınlığa, iyiliğe çekecekler. Her iki taraftan ölenler olacak nihayet tek başına Ülgen kalacaktır. Ülgen “ölüler kalkınız” diye bağıracak ve bütün ölüler dirilecektir.”
Ünlü Alman bilim aadamı Radloff ve Verbitskiy’nin derledikleri kıyamet mitosu ise edebiyatın betimleme sanatının ilk güzel örneklerinden birisidir:
“Kalgançı çak geldiği zaman gök demir, yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır, uluslar birbirine kötülük düşünür, katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek kadar küçük olur. Baş parmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur. (=güçlerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı bey olur.
Baba çocuğunu, çocuk babasını tanımaz (=saymaz). Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez. Ayak altında altın bulunur, onu alacak kimse bulunmaz.”
 


  Yaşanmış denenmiş olanın, akıldaki yaratma gücü sayesinde sanata dönüştürülüp retorik unsurlara zenginleştirilip, olağan üstü bir kimliğe büründürülerek sunulması, mitolojinin insanları bağlayan sihirli ve gizemli boyuttur. Bu boyutu biraz daha açacak olursak, mitolojik anlatımlarda şiir dünyası, müzik, estetik sanatlar, felsefe ve diğer bilim dallarıyla temas vardır. Mitoloji gnosis ve teologiyle karıştırılmamalıdır, çünkü mitolojide yaratıcılık, sanat ve estetik karakterler ayırt edici faktörlerdir.
  Mukayeseli edebiyatlar konusunun daha iyi anlaşılabilmesi için ilk önce bu ülkelerin mitolojilerini karşılaştırmak, insanlık tarihinin birleşen, birleştirici ve ayırt ettirici motiflerini buralarda görmek ve göstermek gerekir. Geçmiş kültürlerle ilgilenmek mitolojik olayları birer tiyatro eseriymiş gibi incelemek, hem Tanrılar tarihini, hem de insanlık tarihini aynı anda öğrenmeyi sağlar. Mitoloji, edebiyatta yer almış bütün konuların ana motiflerini bağrında saklayan bir kaynaktır. Bu motiflere örnek vermeden önce mitolojilerin birbirleriyle olan temaslarına kısaca değinmek gerekiyor.
M.Ö.2350-2l59 yılları arasında Kuzey Mezepotomya’da Akkadlar, Elamlar ve Sümerler’le birlikte yaşamış olan, Sümer Çivi yazısını kabul edip kendi dilleri için kullanan Hurriler bu günkü Habur ve Kerkük şehirlerinden güney batıda Alalah ve Filistine kadar uzanan bir bölge de yaşamışlardır. Onların mitolojileri ile ilgili metinler Hititce’dir. Hurrilerin dilleri Van Gölü bölgesinde M.Ö.900-585 yaşamış olan Urartu’ların dilleriyle akrabadır.
KAYNAKÇA  Prof. Dr. Zeki Cemil Arda
AYDIN, Mehmet : Bayat Boyu ve Oğuzların Tarihi, Hatipoğlu Yayınları, Ankara, 19984.
BİLGE DERGİSİ : Yeni Gün 4, 1995.
CAN, Şefik : Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1994.
EDEBİYAT ANS. : Milliyet Yayınları, İstanbul, 1991.
ERGİN, Muharrem : Dede Korkut Kitabı, Bin Temel Eser, İstanbul, 19969.
İNAN, Abdulkadir : Tarihte ve Bugün Şaamanizm, T.T.K., Ankara, 1986.
JEISMANN, Karl-Ernest /
MUTHMANN, G. : Wort und Sinn, Bd. 5+6, Ferdinand Schöningh, Paderborn, 1965
KERENYİ, Karl : Die Mythologie der Griechen, Bd. dtv. München, 1991
KINDLERS LIT. LEX : Cilt 11 ve 16, Cilt 21, München 1974
NADOLNI, Sten : Der Gott der Frechheit, Roman
RADLOFF, W. : Manas Destanı, Türksoy Yayınları No:1, Ankara 1985
RICHTER, Gert : Geschichte der Weltliteratur, Gütersloh/München 1978
SCHOEBE, G. : Verstehen und Gestalten, 1, R. Oldenbourg Verlag, München 1986
STARINGER, M. : Fantasie ist Vorstelllungsvermögen, Radiokolleg SHB, 1984 / 85, Wien 1985
TEMİZSOY, İ. : Museum für Anatolische Civilisationen, Ankara 1990
WANSCHURA, W.: Mythos–Ammenmaerchen oder Wiederverzauberung der Welt, SHB, Radiokolleg, Wien 1985 

Minos Dönemi



Batı Rönesans ile beraber Yunan düşüncesini keşfettikten sonra Yunan uygarlığı üzerine bir çok araştırmalar yapılmış , on dokuzuncu yüzyıldan sonra da sistemli kazılara başlanmıştı. Ancak Girit ve çevresi on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar ihmal edilmişti. Oysa Yunan kültürüne etki eden en büyük merkezlerden biri Girit adası idi.
Girit’te araştırmalar yapan ilk isim ünlü Heinrich Schiliemann idi. Efsanelerden yola çıkan Schiliemann Girit’te kazı yerleri belirlemiş fakat bu çalışmalar Schiliemann’ın ölümü nedeniyle gerçekleşmemişti.
Girit’te ilk kazıları yapan en önemli kişi kuşkusuz Sir Arthur Evans’dır. İlk yazı örnekleri üzerine araştırmalar yapan Evans Girit’e geldikten sona buradan ayrılamamış ve ilk kazıları başlatmıştır.
Knossos’da kazılara başlayan Evans buradaki kalıntıların yanı sıra bir çok da yazılı tablet bulmuştur. Ünlü sarayı da bulan Evans daha sonra adanın bir çok yerinde kazılar yapmıştır.
Evans dışında bir çok arkeoloji ekipleri de yüzyılımız içinde Girit’te kazılar yapmış ve bir çok buluntuyu gün ışığına çıkarmışlardır.

GİRİT TARİHİNİN ANAHATLARI

Günümüzde de Girit kronolojisi , bütünüyle olmasa da , Evans’ın yaptığı çalışmalara dayanmakta ve onun terminolojisini kullanmaktadır.
İlk Çağ Girit tarihini şu ana başlıklarla özetleyebiliriz :
1. Neolitik dönem ( MÖ 6000 - 2600 )
Girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. Adaya ilk gelenlerin Anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada Neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir.

2. Eski Minos Dönemi ( MÖ 2600 - 2100 )
Bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde Girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır.
Bu dönem aynı zamanda adada ilk metalin kullanıldığı zamanlardır. Evans’a göre adada ilk metal kullanımı buraya kaçan Mısır’lılar tarafından başlatılmıştır. Ancak bu görüş zamanla terk edilmiş ve adadaki metal kullanımına geçişte kaynağın Anadolu olduğu anlaşılmıştır. Böylece adanın doğu bölümünün de uygarlaşmada Anadolu ile bir köprü teşkil ettiği görülmüştür.
Bu dönemde Girit çevresindeki adalarla da ticaret ilişkilerini geliştirmiştir. Bu da büyük ölçüde Girit’in denizcilikte , bölgedeki diğer uygarlıklara göre , ileri olmasından kaynaklanmıştır.
Bu dönemin sonuna doğru Knossos önem kazanmaya başlamıştır.
3. Orta Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 1400 )
Bu dönemde Girit Uygarlığında hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği Anadolu ile olan ilişkilerin zayıflaması , buna karşılık Mısır ile olan ilişkilerin kuvvetlenmesidir. Buna bağlı olarak Girit’in doğusu zamanla önemini kaybetmiş ve orta kısımlar kuvvetlenmeye başlamıştır.
Girit Kronolojisinde bu dönem sarayların yapımına göre Eski ve Yeni Saraylar Devirleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Eski Saraylar Devri MÖ 2000 ile 1700 yılları arasına tarihlenir. Bu dönemde Girit yüzünü Ege adaları ve Mısır’a çevirmiş ve buralarda yoğun ekonomik ilişkilere girmiştir. Öte yandan Anadolu ile olan ilişkiler zayıflamaya başlamıştır. Ekonominin ağırlığının doğudan orta bölgelere kayması da bu dönemde hızlanmıştır. MÖ 2000 yılında adanın doğu bölgesinde , Mallia’da inşa edilen bir sarayın 1900’de itibaren kullanılmamaya başlanması bu bölgenin ekonomik gerileyişi hakkında da ipuçları vermektedir.
Eski Saraylar devrinde Orta Girit’e bulunan iki şehir ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ege adaları ile ticareti geliştiren Knossos öteki de Mısır ile ticareti geliştiren Paestos’dur. Bu şehirlerdeki ekonomik zenginlik kalıntıları gün ışığına çıkartılan saraylarla da ortaya konmuştur . Her iki şehir arasında zaman zaman çekişmeler olsa da Knossos üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Bu dönemin sonunda bölgedeki binalarda bir yıkım göze çarpmaktadır. Bu yıkımın kaynağı büyük bir olasılıkla adaya dışarıdan gelen istilacılar olmakla birlikte daha araştırılmaktadır.
Yeni Saraylar devrinde ise , Girit uygarlığı sanki hiç bir kesintiye uğramamış gibi devam etmektedir. Knossos’da , Phaestos’da ve Mallia’da yeni saraylar inşa edilmiş , eskileri de onarılmıştır.
Bu dönemde Girit şehirleri arasında rekabet devam etmiş de olsa Knossos her bakımdan üstünlüğünü ortaya koymuştur.
4. Yakın Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 2100 )
Bu dönem Knossos krallığının egemen olduğu dönemdir. Evans bu dönem uygarlığını , efsanevi kral Minos’dan ötürü , Minos uygarlığı diye adlandırmayı uygun bulmuştur.
Bu dönemde Knossos’da Minos diye bir kralın bulunduğuna dair tarihi belgeler yoktur , ancak MÖ 1700-1400 yılları arasında hüküm süren bir hanedanın krallarının Minos ya da buna benzer bir isimle adlandırıldığı düşünülmektedir.
Bu dönemde Girit’in büyük bir deniz üstünlüğüne sahip olduğu bilinmektedir. Thukydides bu konuda şöyle yazmaktadır :

“ Geleneğe göre bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu ; bugün Yunan Denizi adını verdiğimiz şeyin büyük bir kısmına gücünü kabul ettirdi ; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti ; ayrıca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.” ( Peloponnesos Savaşı 1 , 4)

Knossos ayrıca , bu dönemde diğer Ege adalarına hükmetmeye başlamış ve gücünü Yunanistan’a , anakaraya kadar genişletmiştir. Mısır’da , On sekizinci sülale de Keftiu ülkesine yani Girit’e hediyeler göndermiştir.
Ancak Girit uygarlığının sonu MÖ 1400 yılına doğru bir yıkımla gelmiştir.Bu dönem saraylarında, yapılarında bir yangın izine rastlanmaktadır. Yıkımın nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte dışarıdan gelen bir istila ya da içeriden bir ayaklanma olasılıkları tartışılmaktadır.
Bu yıkımdan sonra ise gelen Akha istilaları adayı Helenleştirmiş ancak uzun yıllar boyunca eski kültürü ve dili koruyanlar olmuştur.
Daha sonraları Miken egemenliğine giren Girit MÖ 1100 yıllarında da Dor hakimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde bir kere daha yakıp yıkılan Girit artık bir Yunan şehri olarak eski, görkemini kaybetmiştir.


GİRİT İLE İLGİLİ KLASİK KAYNAKLAR VE EFSANELER
Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.
Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Minos ile ilgili olan mitlerdir.
Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas , Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır.
Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.
Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır :

“ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “

Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da Pasiphae olarak gözükmektedir. Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.
Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.
Minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.
Minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.
Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidir.
Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde (bkz Kaynakça) Minotauros’u şöyle anlatır:

“ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş.
Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “

Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.


GİRİT’TE MİNOS DÖNEMİ İNANÇLARI

Bütün eski topluluklarda olduğu gibi Girit’te de din toplumsal hayatta önemli bir yer tutuyordu. Yapılan kazılar önemli dini merkezleri ortaya çıkartmış ve dönemin inançları hakkında bilgi vermiştir. Ancak o dönemlerden kalan yazılı belge eksikliği nedeniyle bazı dinsel törenlerin içeriği tespit edilememiş , sembollerin açıklanması tam olarak yapılamamış ve Girit halkının dini yaşayışları tam olarak açıklığa kavuşmamıştır.
Girit’te de Anadolu’da olduğu gibi ilk zamanlarda anaerkil bir kültün var olduğu bulunan ana tanrıça figürlerinden anlaşılmaktadır. Araştırmalar Girit’te bir çok farklı ana tanrıça kültünün de varlığını göstermiştir.
Girit dininin en büyük özelliği yaygın sembol kullanımıdır. Bugün tamamı çözülmemiş olsa da bir çok sembolün tanrısal kuvvetleri simgelemek için kullanıldığı tespit edilmiştir.
En sık rastlanılan sembollerden biri boynuz çifti idi. Boğa kültünün yaygın olduğu bir yerde boynuz sembolizminin olması da doğaldır. Ayrıca doğuda olduğu gibi yukarı bakan boynuz çiftinin ay kültü ile de ilişkili olduğu düşünülebilir.
Sık rastlanan bir başka dini sembol de , klasik dönem boyunca da Zeus’un simgesi olarak önemini koruyacak olan çift başlı baltadır. Çeşitli törenlerde tören aleti olarak gördüğümüz çift başlı balta çeşitli dini betimlemelerde de yer almaktadır .
Çift başlı balta ilginç bir etimolojiye de ışık tutmaktadır. Yunanca da labr…j / labris diye adlandırılan çift başlı balta LabÚrinqoj/Labirent sözcüğünün kökeninde bulunmaktadır. Knossos sarayına eskiden LabÚrinqoj denildiği düşünülürse bu ismin bu sarayda sık sık sembolü bulunan çift başlı baltadan geldiği düşünülebilinir. Bu sözcükten türeme sıfatların klasik çağda Zeus’a da verildiğini görmekteyiz.
Girit dinine ait bir ilginç sembol de haçtır. Haç tekerlek ya da gamalı haç olarak bazen de başka görüntülerle resmedilmekteydi. Alexiuo “ en akla yakın teoriye göre , haç ve tekerlek , yıldız ve güneşi simgeliyordu . Haçın kolları güneşin veya bir yıldızın ışınlarını , tekerlek de , ilkel insan tarafından göğü boylu boyunca kateden bir arabanın tekerleği olarak düşünülen güneş kursunu temsil ediyordu.” demektedir. Bizim görüşümüze göre haçın daha derin bir sembolizmi vardır ve diğer doğu dinlerinde de görülen bu sembolizmin açıklanması başka bir çalışmanın konusudur.
Diğer ilkel dinlerde olduğu gibi burada da fetişizme ait buluntular mevcuttur. Yapılan kazılarda , halkın üzerlerinde çeşitli idoller taşıdıkları , göktaşlarını ve bazı özel taşları bir kült nesnesi olarak kullandıkları tespit edilmiştir.
Girit uygarlığının ilk çağlarında çıplak kadın figürleri sık kullanılan idoller arasındaydı. Ayrıca bu dönemlerde çan biçimli idoller de sık kullanılıyordu.
Eski Girit dininde ağaç ve hayvan kültleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bir çok yerde kutsal ağaçlar olduğu , ve bunların yanında kült merkezlerinin oluşturulduğu bugün bilinmektedir.
Bazı dini tasvirlerden görüldüğü üzere kutsal ağaçlar çitle çevriliyor ve buralarda dini ayin yapılıyordu. Törenin tam olarak nasıl olduğu tam bilinmemekle birlikte töreni gerçekleştirenlerin ağaca dokundukları , etrafında dans ettikleri tespit edilmiştir. Bazı törenlerde ağacın kökünden sökülmesi de gerçekleşmekteydi. Ayrıca ağaç figürleri ile birlikte çift başlı balta figürlerinin de görülmesi ilginçtir.
Hayvan kültleri arasında ise en önemli yer tutan kuşkusuz boğa kültüdür. Boğa kültü Yunan mitolojisindeki bir çok mit içinde yer almaktadır. Boğa kültünün Anadolu kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Ancak Girit’e kültür olarak yakın olan Mısır’da da boğa ile ilgili Apis ve Hather kültlerinin olması kültürel etkileşimin daha karmaşık olduğunu göstermektedir.
Dini tasvirlerde ayrıca , hayvan başlı , insan vücutlu tasvirler de görülmektedir. Bunların maske takılarak yapılan dini törenlerle ilişkili oldukları düşünülmektedir. Bu varlıkların aynı zamanda libasyon hizmetinde bulunduklarının da görülmesi bu törenlerle olan ilişkiyi güçlendirmektedir.
Girit kültüründeki insan biçimli tanrıların ne zaman ve nasıl ortaya çıktıkları ise tam olarak bilinememektedir.
Ana tanrıça figürleri , tıpkı Anadolu’da ve Mezopotamya’da olduğu gibi bitki ve hayvan dünyasına hükmeder biçimde ortaya konmuşlardır. Yine Anadolu ve Mezopotamya’da olduğu gibi Ana tanrıça burada da hayat ağacı ve çeşitli hayvanlarla birlikte resmedilmektedir.
Ana tanrıça gösterimleri yere bağlı olarak da değişebilmektedir. Örneğin bir dağ yakınında ana tanrıça bir dağ tanrıçası görünümünü almakta , ekili alanlar yakınında ise tarımla ilgili özellikleri taşımaktadır.
Bir önemli ana tanrıça tasviri de yılanlı tanrıçadır. Bir görüşe göre kişileştirilmiş yılan tasviri olan bu figürler başka bir görüşe göre ise yılan sembolizmi ile ana tanrıçanın yer altı dünyasına da hükmettiğini gösteren bir figürdür. Ancak bizim görüşümüze göre bu ana tanrıçanın yılanlardan koruma özelliğini de gösteriyor olabilir.
Bunun yanında ana tanrıça figürü ile birlikte bir erkek figürüne sık rastlanmamaktadır. Bu durum bazı araştırmacılara Girit’te “tek tanrılı” bir din olabileceğini düşündürtmüşse de bu konuda kesin kanıtlar bulunamamıştır. Zeus ile ilgili inançlarda bile Girit’tin bu kadar önemli olması orada da Ana tanrıçaya eşlik eden bir tanrı olduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca bulunan bazı tasvirlerde erkek tanrının aslanlarla beraber olması ve silahlı olarak resmedilmesi Girit’te erkek tanrı tapımı olduğunu göstermektedir.
Kült merkezleri
Yapılan kazılar Girit’te bir çok kült merkezini açığa çıkartmıştır. Bu kültürde klasik Yunan kültüründe örnekleri olduğu gibi büyük tapınaklar inşa edilmediği için kült merkezleri ancak oralarda bulunan mücevher , heykel , silah gibi sunularla ya da kutsal kaplar , libasyon kapları , üç ayaklı kazanlar gibi eşyalarla tanınabilmektedir.
Önemli kült merkezleri en eski zamanlardan beri kullanılmış olan ve mitlere konu olmuş mağaralardır. Girit’te bir çok mağarada kült töreni yapılmaktaydı. Yapılan araştırmalarda bir çok mağarada adak idollerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir.
Mağaralar içinde en önemli olanı , klasik devirde de içinde Rhea’nın Zeus’u doğurduğuna inanılan , Dikta mağarasıdır. Bu mağaranın en eski dönemlerden itibaren bir kült merkezi olduğu bilinmektedir.
Orta Minos devrinin ilk dönemlerinde , dağ tepelerinde , kutsal bir ağacın civarında , kaynak kenarlarında ve kayalıklarda kült merkezleri oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde ev içlerinde de kutsal yerler belirlenmeye başlamıştır.
Dağ tepelerine ya da çıkılabilen sarp kayalıklara duvar örülüyor ve buralardaki kutsal alanlar belirleniyordu. Bu alanlarda festival zamanlarında törenler yapılmaktaydı. Ayrıca buralarda yaz ve kış gündönümlerinde ateş yakılarak tören yapıldığı ve ateşlere adak eşyaları atıldığı da ortaya çıkarılmıştır.
Dinsel törenler
Diodorus’a göre “ Girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “
İçerikleri tam bilinmese de bu törenlerin Girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.
Girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. Boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. Kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.
Hagia Triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre Alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır :

“ Hagia Triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : Hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. Kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. Sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. Rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. Şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. Yedi telli bir Lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. Knossos’da , Büyük Rahibin Evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır.
Diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. Kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. Hagia Triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . Yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı Homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “

Ayrıca Girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.
Bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. Dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. Çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. Bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. Ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.
Festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , Girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.
Bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram İlkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.
Girit kültüründe ayrıca bir ölüler kültü olduğu da söylenebilir. Ölülerin eşyaları ile , hatta lamba ile gömüldüğü göz önüne alınırsa Girit halkının ölümden sonra bir hayatın varlığına inandıkları söylenebilir. Lahitler üzerindeki dinsel figürlerin bolluğu da bu nedenle olmalıdır. Ayrıca mezar civarlarında sunular bulunması da bu görüşü güçlendirmektedir.
Kült gerekleri rahipler değil rahibeler tarafından yerine getirilmekteydi. Bunun da ana tanrıça kültünden ötürü doğal olması gerekmekteydi. Rahipler ise daha geç devirlerde ortaya çıkmışlardır.
Betimlemelerde gördüğümüz üzere rahip ve rahibeler törenlerde hazır bulunmaktaydılar. Rahip ve rahibeler törene katılan diğer kişilerden üzerlerindeki kıyafetlerle ayırt edilebilmekteydiler. Rahip ve rahibelerin törenler sırasında doğu kökenli giysiler giymeleri ise Girit dininin doğu kökenleri hakkında düşündürtücüdür.



KAYNAKÇA


ALEXIOU Stylianos , Minos Uygarlığı ( çev. Elif Tül Tulunay ) , Arkeoloji ve Sanat Yayınları , İstanbul , 1991
COTTRELL Leonard , The Anvil of Civilization , Mentor Books , New York , 1957
ERHAT Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1978
HAFNER German , Art of Crete , Mycenae , and Greece , Harry N. Abrams, Inc , New York , 1968
HIGGINS Reynold , Minoan and Mycenaean Art , Thames and Hudson , London , 1997
MACKENZIE Donald , Crete & Pre-Hellenic Europe , Senate , London , 1995
MANSEL Arif Müfid , Ege ve Yunan Tarihi , Türk Tarih Kurumu Yayınları , Ankara , 1971
PLATON Nicolas , Crète , Les Editions Nagel , Genève , 1968
TAYLOUR Lord William , The Mycenaeans , Thames and Hudson , London , 1994
THUKYDIDES , Peloponnesos Savaşı ( çev. Tanju Gökçöl ) , Hürriyet Yayınları , İstanbul , 1976
TULARD Jean , Histoire de la Crète , Presses Universitaires de France , Paris , 1979
WALTZ Pierre , Le Monde Egéen Avant les Grecs , Collection Armand Colin , Paris , 1947

9 Ocak 2015 Cuma

Antik Yunan Mitolojisi’nde Kadın



Mytos (Yunanca: μυθος)(1) yani söylenen ya da duyulan söz ve bir nevi masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok süslemelere başvurdukları için mytosları incelerken, bu masalsı anlatıların içlerinde büyük ölçüde gerçeklik payının bulunduğunu bilsek de, yine de şüpheyle yaklaşmakta fayda vardır.. Bu yüzdendir ki Herodot gibi bir tarihçi mytos’a tarihi değeri olmayan güvenilmez söylenti der, Platon gibi bir filozof da mytos’u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve gülünç bir masal diye tanımlar. (2)
Logos (Yunanca: λογος)(3) ise gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos’u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır.(4)
Mitoloji yani mythologia (Yunanca: μυθολογία)(5) ise tanımlarda görüldüğü üzere birbirine karşıt olan bu iki kavramın birleşmesinden oluşmuştur.
Mitler öncelikle kendi içlerinde birer kültür olgusudur. Ve kültür denilen kavram ise başta çevresel faktörler olmak üzere gelenek ve göreneklere, yaşayış ve düşünüş biçimlerime göre şekillenen kendine özgü iç dinamikleri olan bir kavramdır. Bu noktada mit denilen şey aslında kültürden kültüre farklılık gösterir ve o kültürün izlerini üzerinde taşır.
Mitler, ilkel insan topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görünüşlerini bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir.(6) Fakat “öykü” denilen şey bilinçaltımızda “gerçekten uzak olan” şeklinde bir anlam ifade eder, oysa ki mitosta kendine özgü bir mantık ve iç tutarlılık vardır. Levi Strauss; yazısız toplumlarda mitolojinin amacının geleceğin bugüne ve geçmişe bağlı kalmasını sağlamak olduğuna, günümüzde mitolojinin yerini tarihin aldığına ve aynı işlevi gördüğüne dikkat çeker.(7)
Mitoloji ve toplumsal gerçekliğin ilişkisi
Kültür felsefesi ve mitoloji felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Girambattista Vico (1668 – 1744) tarih ve kültür dünyasının tabiat dünyasından farklı yöntemlerle incelenmesi gerektiğini vurgulayarak kültürü ve tarihi anlamayı görev edinmiş olan disiplinlerin yolunu açmıştır.(8)
Vico’ya göre ilk bilim mitolojidir. Ona göre ulusların tabiatı hakkında bir araştırma yapmak istiyorsak öncelikle ulusların mitolojilerine bakmamız gerekmektedir çünkü bu mitolojik anlatılar bize ulusların toplumsal kurumlarını verecektir.(9)
Vico’ya göre tarih şiirle başlamıştır. İlk insanların şiir tarzında konuşması, yani, hayal gücüne dayalı ölçü ve ritmle anlatıları tarihsel bağlam açısından bir anahtardır. Çünkü ilk ulusların mısra ile konuşması doğal bir gereksinimdir. Ortak el yazısı karakterlerinin henüz icat edilmediği zamanda, ulusların mısra biçiminde konuşmaları hayranlık uyandıran bir durumdur. Çünkü, bu ilk ulusların ailelerinin ve şehirlerinin tarihlerini çok kolayca belleklerinde kolayca tutabilmeleri için ölçü ve ritim gereklidir.(10) Ona göre mitoloji ve şiir arasında keskin bir çizgi yoktur. Mitoloji, Homer’de olduğu gibi şiir yoluyla insanî eylemleri kaydeder.(11)
Yani kısaca tanımlamak gerekirse mitler bir nevi ilkel hikayelerdir. Fakat hikaye ve mit bir noktada birbirinden ayrılır. Mitler doğaüstü olayların hikayeleridir ve bu yüzden bir noktada da dini bir işlevleri de bulunmaktadır. Vico’nun dediği gibi“mitolojiyi incelemek folkloru incelemekten ayrı düşünülemez” Çünkü mitler bir tür bilimsel bilgi açlığı çeken insanı doyurma ihtiyacından dolayı ortaya çıkmıştır.
Mit, inancın ifadesidir. İnsan uygarlığının bir parçasıdır. İlkel insanlığın ve ahlaki bilgeliğin bildirgesidir. Mit, boş bir zihinsel uğraşı değil, çevreyle pratik ilişkinin canlı bir bileşenidir. (12)
Yunan Mitolojisinde Kadın
Her dinin, kültürün, coğrafyanın ve topluluğun inanç sistemleri içerisinde bir nevi “kült” olarak insanın yaradılışı ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Özellikle mitolojilerde yaradılış öyküsü çok farklı bakış açılarıyla ele alınmıştır. Bu bağlamda özellikle Yunan ve Hint mitolojilerinde insanın yaratılış serüveni çok çeşitlilik ve bir o kadar da ilginçlikler göstermektedir. Özellikle Yunan mitolojisinde insanoğlunun yaratılması konusunda değişik görüşler ortaya sürülmüştür. Bazıları insanı yaratma işinin Titanlarla yapılan savaşta, Zeus’un yanında yer alan Prometheus’a ve kardeşi Epimetheus’a verildiğini söylerler. Prometheus’un insanı maddeden yarattığı ya da başka bir deyişle yaptığı efsanesi İ.Ö. IV.yüzyılda ortaya çıkmıştır. Prometheus diğer bütün tanrılardan daha akıllı olmasının yanında, kardeşi Epimetheus akıl yönünden acizdi. Öyle ki insanları yaratmadan önce en değerli armağanları hayvanlara vermişti; kuvveti, cesareti, kurnazlığı, kürkleri, tüyleri, kanatları, hepsini dağıtmıştı. Sonra pişman oldu ve durumu Prometheus’a anlattı; Prometheus’da insanı diğer tüm yaratıklardan üstün kılmanın bir yolu olarak onlara, tanrılara benzeyen bir biçim verdi. Ayrıca, güneşe çıkarak aldığı ateşi de onlara sundu. Fakat içinde hala, kendi ırkını yenen ve onları tahtından indiren Zeus’a karşı bir öfke besliyordu. Böylece insanı yaratarak ondan öcünü alacaktı. Çünkü insanlar sonradan tanrıları hiçe sayacak onların başına bela olacaktı.
Tanrılar katında bir yapıya sahip olması insanı her alanda üstün kılmaktadır. Ancak bu derece üstün olsa da O’nun yine kusurları vardır. İşte insanın kusurlu olarak bazı özelliklere sahip olması Yunan mitolojisinde ilginç bir şekilde ortaya konulmuştur: Prometheus yalnızca insanın değil, içerisinde hayvanların da yer aldığı birçok heykel yapmıştı. Yapmış olduğu bu heykellerin inşasında yaşanan bazı hususlar insanların kusurlarının oluşmasına kaynaklık etmiştir. İnsanda görülen bu kusurların olmasının nedeni ise şundandır; Prometheus bir gün, yine kilden insana ait bir çok kafa, kol bacak yapıyordu. Bunları birleştirerek raflarına diziyordu. O sırada şarap tanrısı Dionysos geldi. Birlikte gezdiler; eğlendiler, şarap içtiler. Prometheus geri döndüğü zaman çok sarhoş olmuştu. Bu yüzden bazı küçük hatalar yaptı, küçük bir gövdeye büyük bir baş taktı, büyük bir gövdeye ait olan uzun kolları ise küçük bir gövdeye taktı ve işte Yunan mitolojisine göre hayatta da büyük başların veya uyumsuz gövdelerin olmasının nedeni budur.
Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili bir mit ise şöyledir; Zeus insanı yarattıktan sonra 25 yıl yaşamasını yeterli görüyordu. İnsan ise sızlandı bunun yetersiz olduğunu, zaten yarısının uykuyla geçeceğini çocukluk dönemini de çıkarınca geriye pek bir şey kalmayacağını söyledi. Uzun ömür de dahil tüm iyi özellikler diğer yaratılmışlara verilmişti. O anda insanın yanında altı hayvan bulunuyordu bunlar; tırtıl, kelebek, tavus, at, tilki ve maymun. İnsan bu yaratıkları göstererek Zeus’dan onların ömürlerinden kendi ömrüne eklemesini istedi. Zeus ise diğer hayvanlara haksızlık olacağını söyledi, fakat insanın, hayatının belli dönemlerinde o hayvanlar gibi yaşamasını insana şart koşarak onun ömrünü uzattı. Bundandır ki yeni doğan bir insan önce tırtıl gibi yerde sürünür, emekler bu bebeklik dönemidir. Sonra kelebek gibi neşe içinde koşar bu çocukluktur. Gençliğinde ise tavus kuşu gibi gururludur. 25-30 yaşlarına doğru ev bark sahibi olunca at gibi hayatın yükünü çeker. Kırkından sonra insan olgunlaşır tilki gibi kurnaz olur. Elli yaşından itibaren de maymun gibi çirkinleşir.  İşte bu altı hayvanın özelliklerini üzerinde bütünleştiren canlı: İnsan.
Yunan mitolojisinde insanın yaratılmasındaki ilginçlikler sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Nitekim kadının yaratılması ayrı bir öyküye sahiptir. Aslında mitolojide kadının yaratılması tamamen bir ders verme üzerine kuruludur. Mitolojiye göre bir zamanlar ölümlüler (yani insanlar) ve ölümsüzler (yani tanrılar) bir arada yaşamaktaymış. Ancak insanlar o dönemde sadece erkeklerden oluşmakta imiş. Prometheus’un kurnazlıkla çalarak insanlara verdiği akıl onları şımartınca Zeus o zamana kadar yalnız erkeklerden ibaret olan insan topluluğuna ceza vermek istemiş. İnsanlar Tanrılarla o denli laubali olup, sınırsız olmuşlar ki Zeus bu şımarık, ters, ahlaksız , kaba , kendini akıllı ve güçlü sanan aptallar ordusuna, kendilerini hale yola soksun ve incelsinler diye az çok vücutça kendilerine benzeyen ama aslında kendilerinden çok farklı, bir varlık göndermiş: “kadın”.
Yunan mitolojisinde kadının yaratılma süreci ise şu şekilde gerçekleşmiştir: Zeus, oldukça başarılı bir usta olan oğlu Hephaistos’tan kadını yaratmasını istemiş, Hephaistos da babasının isteği üzerine çamuru su ile yoğurmuş ve görenleri şaşırtacak güzellikte bir kadın vücudu yaratmıştır. Bunu yaratırken kendine model olarak Olympos’ta oturan tanrıçaların en güzeli olan ve kendi karısı olan Aphrodite’in vücudunu kullanmıştı. Heykel bitince onun kalbine ruh yerine bir kıvılcım koydu. O zaman heykelin gözleri açıldı. Kolları bacakları kıpırdamaya ve dudakları konuşmaya başladı. Onu süslemek için bütün tanrılar ve tanrıçalar yardım ettiler. Herkes kendisinden ona bir şey armağan etti ve ona Yunanca “bütün armağan” anlamına gelen Pandora adını taktılar. Athena ona güzel bir kemer, süslü elbiseler verdi. Letafet perileri Kharites beyaz göğsüne parlak altın gerdanlık taktılar. Aphrodite başına güzellikler saçtı. Güzel saçlı Horalar ilkbahar çiçekleriyle onu süslediler. Hermes Pandora’nın kalbine, hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirdi. Zeus da ona esrarlı bir kutu armağan etti ve ona dedi ki; “Sakın verdiğim kutuyu açma, içindeki iyi şeyler uzaklara kaçar ve onların yerine fenalıklar gelir, seni rahatsız ederler. Bu kutuyu iyi sakla bütün insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp açılmamasına bağlıdır.” Böyle dedikten sonra baş tanrı ilk kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a gelin olarak gönderdi. Prometheus kardeşine Zeus’dan hiç bir şekilde hediye kabul etmemesini tembih ettiği halde Pandora’nın güzelliğine hayran kalan Epimetheus öğüdü tutmadı ve onunla evlendi. Pandora da tıpkı tüm kadınlar gibi doğuştan meraklı olduğunda dünyaya gelir gelmez kutunun içinde ne olabileceğini düşünmeye başladı ve Zeus’un uyarısını unutarak kutuyu açtı. Kutunun içindeki hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya gibi insanları rahatsız edecek ve onları felakete sürükleyecek ne kadar kötülük varsa hepsi açılan kutudan kuşlar gibi uçuştular. Pandora hatasını anlayarak biraz sonra kutuyu kapadı ancak kutuya kapatılan kötülüklerin arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek “ümit” de vardı. Fakat ümit dışarı çıkamamış kutuda kalmıştı. Böylece Zeus ilk kadını beraberinde kötülüklerle dolu bir kutuyla yeryüzüne yollayarak insanlardan intikam almıştı.(13)
Notlar:
(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
(2) Erhat: 2008: 5
(3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
(4) Erhat: 2008: 5
(5) http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji#Etimoloji
(6) (7) (8) (9) Akkaş: 2008: 83
(10) Akkaş: 2008: 85
(11) Akkaş: 2008: 83
(12) Akkaş: 2008: 87
(13) Göğebakan: 2011: 501 – 504
Kaynakça:
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008
Sema Önal Akkaş, Mit ve Felsefe, Millî Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı 77
Yüksel Göğebakan, Anadolu’da Ana Tanrıça Kültü Olarak: Kadın, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, ÖzelSayı/Special Edition Cilt/Vol.1, 2011

6 Ocak 2015 Salı

İlkellerde din (inanç) ve kadın ilişkisi.



Din, bir toplumun dünya görüşünün, yaşayışının ve kültürel sisteminin bir bölümünü ve açıkçası bana göre de büyük bir bölümünü kapsayan bir olgudur. Din, ruhani gerçeklik ya da doğa üstüyle ilgili görüşlerin yanı sıra birbiriyle ilişkili inançlar ve törensel geleneklerin örgütlü bir sistemidir.(1) İnsanların, açıklama getiremedikleri yahut aşamadıkları sorunlarla başa çıkmalarını, bu sorunlara ve sorulara cevaplar vermelerini sağlayan din, aynı zamanda insanların dünyaya anlam verme çabalarını da yönlendirir. Bu sorunların üstesinden gelmek için kişiler manevi ya da doğa üstü varlıklara ve güçlere başvurur, onları etkilemeye, hatta kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlarlar.(2)
Dinin işlevleri nelerdir?
Dini inançlar bazı toplumsal ve psikolojik işlevler görürler.  Örneğin dinin psikolojik işlevlerinden biri, insan zihninde düzgün bir evren modeli oluşturmak, böylece düzgün insan davranışını yerleştirmeye çalışmaktır. Bunun ötesinde bilinmeyeni açıklayarak ve anlaşılır kılarak o dine inanan bireylerin korkularını ve kaygılarını azaltır.(3)
Yukarıda da bahsettiğim gibi dinsel açıklamalar genellikle çeşitli türlerdeki doğa üstü varlıkların ve güçlerin var olduğunu varsayar ve insanlar bu varlıkları yönlendirmeye çalışır. Krizle başa çıkmanın aracı da bellidir: İlahi yardım, kuramsal olarak, diğer hiçbir şey işe yaramadığında sığınılacak tek şeydir. (4)
Kısacası din, insanları eylemleriyle ilgili suç ve kaygı duygularını harekete geçirerek insanları bir düzen içinde tutmaya yardımcı olur. Bu bağlamda din toplumsal bir denetim aracıdır.
Dinin bununla bağlantılı bir de psikolojik işlevi vardır. Toplumun ahlak kuralları ilahi güçler tarafından belirlendiği için, en azından önemli durumlarda insanların omuzlarından büyük bir yükü kaldırmasıdır. Kişilerin işlerin gidişatından kendilerini değil de tanrıları ya da manevi güçleri sorumlu tutması, inanılmaz bir rahatlık sunmuştur.(5)
Tarihte neredeyse hiçbir toplumun bir inanca bir inanışa bağlı olmadan yaşadığını söylemek neredeyse imkansızdır. İnsan düşünmeye ve soyutlama yetisine kavuştuğu andan itibaren kendine inanacak bir şeyler yaratma çabasına girmiştir. Bu da demek oluyor ki dünya üzerine günümüze dek inanılmış bir çok inanç ve bir çok din vardır. Fakat bunların hepsini incelemek mümkün olmadığından eski çağlardan günümüze kadar öne çıkmış olan din ve inançları, ve bu din ve inançlarda kadının konumunu incelemek daha faydalı olacaktır.
Bu doğrultuda da en doğrusu ilk olarak belki de en eski din/inanış olan totemi ve totemin bir getirisi olan tabuyu inceleyerek konuya başlamak olacaktır.
Totem ve tabu
Ünlü bir bilim insanı olan Frazer; ilkellerin dünya görüşünün çok değişik olduğunu, günümüz toplumlarında basit olarak görülen bazı hareketlerin ilkellerde karışık olarak tanımlandığını ve bu sebeple olayların ve inançların yönünün değişikliğe uğrayabileceğini belirtmektedir. Frazer; totemizme dair inanç ve ayini tehlikeden korunmak isteyen insanların bir nevi kendilerini korumak için başvurduğu bir büyü şeklinde görmüştür. (6)
Bir çok ilkel toplumda bir çeşit bitki, hayvan veya nesnelere totem olarak bakıldığı ve hatta bazen cansız bilinen bir şeye kaya v.b bazen bir tabiat olayı olan gök gürültüsüne, yıldırıma veya bazı göksel bir sicime (Göktaşı-Meteor) totem şeklinde yakınlık gösterildiği tespit edilmiştir. Toteme kendisini bağlı olarak gören toplumlar kendileriyle onları akraba olarak tanımlamaktadırlar. Bu bazen bir sembol veya bir alamet olarak benimsenmektedir. Totemle klan topluluğu arasında bir kan bağı olduğuna ve hatta bu totem bir hayvan ise o kutsal hayvanın klan mensubu kişilerin atası olduğuna inanılmaktadır (7) Totem canlıysa, onu öldürmek veya eti yenilecek cinsten ise, onu yemek tabudur, yasaktır. (8) Totem inancıyla ilgili törenler ve adetlerin toplamına “totemizm” denmektedir.(9)
Totem ile tabu aslında birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Freud’un dediğine göre; Tabu, bir müessesedir. Bu müessese bazı nesnelere dokunulmasını, bazı işlerin yapılmasını yasaklar ve böylece kutsal olan ile olmayanı birbirinden ayırmış olur.(10)
Totemizmin önemli bir özelliği de kadının rahmindeki bebeğe totemin geçtiğine inanılmasıdır. Bu yüzden de kadının totem sayıldığı söylenebilir. Totemizmde ölen bir insanla akrabalığı bulunan kadınlar saçlarını kesmek, vücutlarına toprak sürmek ve yas süresince konuşmamak zorundadırlar. Bazı yerlerde kadınların konuşma yasağının yıllarca sürdüğü de olmuştur. Erkekler rütbece kadınlardan, yaşlılar ise, dine kabul edilmiş olsa bile gençlerden üstündür.(11)
Burada aslında ilkel insanın Frazer’in dediği gibi tehlikeden korunmak için olduğu kadar, anlam veremediği ve açıklama gereksinimi duyduğu şeyler için de totemi kullandığını görüyoruz. Yani kadının ve doğan çocuğun totem sayılması aslında ilkel insanların “doğum” olayına anlam veremeyip onu açıklama gereksiniminden doğmuş olmalıdır.
İlkellerde “doğum”; Toprak Ana – Ana Tanrıça
İnsanın kendine doğa ile olan mücadelesinde koruyucu olarak kabul ettiği kültlerden birisi de Kadın’dır. Kadın, üretkenliği ve doğurganlığından dolayı, aynı zamanda eski çağlarda doğa olayları karşısında çaresiz kalan insanoğlunun kurtarıcılardan bir tanesi olmuştur. Çevresindeki farklı nesnelerden beklediğini bulamayan insanoğlu çareyi kendi hemcinslerinde aramaya başlamıştır. Toprak gibi bereketli, doğurgan ve üretken bir canlı olan kadın, doğadaki olaylarla özdeşleştirilmiş ve ondan yardım beklenmiştir. Bu beklenti o kadar artmıştır ki insanoğlu kadının bu vasfını önemseyerek onu “Tanrıça” katına kadar yükseltmiştir.(12)
İlkel insan kadın ile toprak arasında mistik bir dayanışma kurduğu gibi kadının doğurganlığı ile toprağın doğurganlığı arasında bir benzerlik de kurmuştur. İlkel topluluklar kadının rahmine bırakılan spermin orada yeşererek bir çocuk dünyaya getirmesiyle toprağa bırakılan tohumun yeşerip ürün vermesi arasında bir bağ kurmuşlardır: ölümün ve doğumun simgesi olarak Toprak Ana. Toprak Ana, çocuklarının kemiklerini, ölümden sonra, yine bağrına basmaktadır. Demek ki, Ana-Kadın’ın karanlık bir yüzü vardır: her şeyin çıktığı ve günün birinde döneceği kaostur o; Hiçlik’tir yani.(13)
Notlar:
(1) (2)Haviland, Prins, Walrath, Mcbride 2008: 642
(3) (4) Haviland, Prins, Walrath, Mcbride 2008: 677
(5) Haviland, Prins, Walrath, Mcbride 2008: 678
(6) Tanyu: 159
(7) Tanyu: 155
(8) Tanyu: 156
(9) Tanyu: 158
(10) Özgü 1994: 106
(11) Gürhan 2010: 63
(12) Göğebakan 2011
(13) Beauvoir 1993: 162
Kaynakça:
Hikmet Tanyu, Totem, Totemizm ve Tabu Üzerinde Yeni Araştırmalar, A.Ü.İ.F.D.
H. Özgü, Psikanalizin 3 büyükleri Freud Adler Jung, Mart Yayıncılık, İstanbul, 1994
N. Gürhan, Toplumsal Cinsiyet ve Din, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- Sayı: IV, Kasım 2010
W.Haviland, H. Prins, D. Walrath, B. Mcbride, Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2008
Yüksel Göğebakan, Anadolu’da Ana Tanrıça Kültü Olarak: Kadın, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım DergisiÖzelSayı/Special Edition Cilt/Vol.1, 2011

3 Ocak 2015 Cumartesi

ANDROMACHE



CRE HAMILTON, Gavin; "Hector's Farewell to Andromache"  1775-80

Andromakhe, Mysia bölgesinde Thebai şehrinin kralı olan Eetion’un kızıdır. Eeiton kral Priamos’a dostluk bağlarıyla bağlıdır. Sarayında yedi oğlu ile büyüttüğü tek kızı sevimli, uslu Andromakhe’yi Priamos’un en değerli oğlu Hektor’a verir. Düğün dernek nasıl olmuştur bilinmez. Mutlu günlerini bilmeyiz. Hektor’la Andromakhe ancak yıkım gelip çattığında, İlyada’da anlatılan savaşın dokuzuncu yılında çıkarlar sahneye. Bir çocukları olmuştur: Astyanaks.
Bölgede çapulculuk seferine çıkan Akhilleus, Mysia’ya varmış Andromakhe’nin babası Eeton ve yedi erkek kardeşini gözünü kırpmadan öldürmüştür. Annesini de esir almış büyük kurtulmalık karşılığında bırakmış. Ancak zavallı kadın serbest kaldığı gün ölmüş.
Andromakhe Troya sarayında kadınlar dairesinde hizmetçiler arasında nakış işlemekle, mekik dokumakla vakit geçirir. Her geçen gün bir işkencedir ne kadar yiğitte olsa Hektor’un bir gün düşman kargısı altında can vereceğinden korkar. İki de bir savaşı gözlemek için çocuğunu dadısına verip kuleye çıkar. Bir gün Hektor savaştan ara bulup şehre gelir, karısını evde arar, yok, yiğit batı kapılarına koşar ve karısı ile yavrusunu görür uzaktan ve gülümser. Andromakhe gözyaşları dökerek eline sarılır.


Ah kocacığım, bu hırs yiyecek seni,
Yavruna, talihsiz karına acıma yok sende,
dul kalmama, biliyorum az gün var,
Akha’lar üstüne saldırıp öldürecekler seni.
Sensiz kalmaktansa toprak yutsun beni daha iyi
Benim senden başka dayanağım yok,
alıp götürdüğü zaman ölüm seni
yalnız acılar kalacak bana,
Ne babam var benim, ne ulu anam…
Sen bana bir babasın Hektor,
Ulu anamsın benim, kardeşimsin, arkadaşısın sıcak döşeğimin,
Burada kalede kal, acı bana,
Yetim koma yavrumuzu, karını dul koma.
(İlyada'nın en yürek yakan satırlarındadır bu veda satırları. Bu satırlar için bile tekrar tekrar okunur İlyada)

Hektor acır karısına, ama ne yapsın, bir korkak gibi çekilecek değil ya savaştan. Troya ordusunun desteği ve dayanağıdır.
Günler geçer Hektor ile Akhilleus arasında teke tek savaş başlar. Ölüm-kalım savaşı, İlyada destanının en dramatik sahnesi. Hektor’un ölümüne karar vermiştir tanrılar. Yiğitçe dövüşerek can verir. Troya surlarından bir çığlık kopar. Andromakhe odasında mekik dokurken duyar bu vaveylayı deli gibi fırlar dışarı, Akhilleus’un arabasına bağlayıp toz toprak içinde sürüklediği Hektor’un ölüsünü görünce düşer, bayılır.
Bu işkence dokuz gün sürecektir. Her sabah Akhilleus ölüyü arabasına bağlayıp sürükler. Onuncu günü akşamı Kral Priamos Akhilleus’un yanına gider ve yüreğini yumuşatarak Hektor’un cesedini alır. Andromakhe ağıtlar yakar.
Çilesi bitmez Andromakhe’nin, Euripedes’in tragedyasında görürüz onu. Akhilleus’un oğlu Neoptolemos’un sarayındadır. Neoptolemos Hermione ile evlenmiş fakat çocuğu olmamıştır. Neoptolemos’un tutsak olarak getirdiği Andromakhe’den üç oğlu bir kızı olmuştur. Hermione Andromakhe’yi kıskanır ve öldürmek ister. Tapınağa sığındığı halde öldüreceklerken son anda kurtulur.